Bu yazıyı kaleme almak için uzun uzun düşündüm. 33 yıl kadar… Bazen çok daha gam, keder,
dram, acı, ızdırap dolu HAYATLARIN olduğuna, muhtemelen (çok şükür!) bizim durumumuzun
bir Yaprak Dökümü hikayesi kadar vahim yâda bir Yeşilçam filmi kadar acıklı
olmadığına inandığım, bazen geçmişe sünger çekebildiğimize inandığım için
bazen de şu anki durumuma şükretmem gerektiğine inandığım için. Bugün 33 yaşında artık kendi çocuğumu
karnımda taşırken yaşadığım şeyler aklıma iki şeyi getirdi: Benim ve
kardeşlerimin hayatının Yeşilçam filmlerinde yâda gündüz kuşağı kadın
programlarında gösterilen hayatlardan hiçbir farkı yoktu; Eğer birine
anlatmazsam çaresizlik duygusu içinde eriyip gidecek gibiydim.
Bugün 33 yaşında kalbimde tüm heyecanınla seni beklemekteyim oğlum. Anne
olmaya hazır mıyım bilmiyorum ama bildiğim şey daha şimdiden seni çok sevdiğim
ve seni kaybetme korkusunun tüm korkuların üstünde olduğu… Bir filmde duymuştum: Her anne baba
çocuklarının hayatını o veya bu şekilde mahveder. Mesele ne ölçüde
mahvettiklerinde diye!
Senin hayatında böyle kötü bir etki yapabileceğim düşüncesi bile korkunç
ama şu hayatta öğrendiğim bir şey varsa korkularımızla yüzleşmemiz gerektiği! O
sebeple sana bu korkuların kaynağını anlatacağım uzun uzadıya… Böylece benim
ayakkabılarımı giyerek belki çocukluğumda gençliğimde ve hatta yetişkinliğimde
yürüdüğüm o yolları yürüyebileceksin. Kimi zaman isyan edeceksin kimi zaman
inanmak istemeyeceksin kimi zaman ne kadar şanslı olduğuna şükredeceksin ve her
şeyden önemlisi beni anlamaya başlayacaksın.
Bölüm I
En eski anılar
Çocukluğuma dair hatırlayabildiğim en eski anılarla başlamadan önce biraz
geriye gitmem gerekiyor. Anneannen ve Deden çok genç yaşta evlenmişler. Annem
18 ve Babam 19 imiş. Her şey için çok toy bir yaş hele de evlenip çocuk sahibi
olmak için. Eğer evlenip çocuk sahibi olmak için belli şartlar aranıyor ve
kriterleri olmuş olsaydı onlar kesinlikle elenirlerdi. Annem teyzen ve dayını
kucağına aldığında 19 yaşında ve babam ise 20. Annem nasıl bir basiret
bağlanması yaşamış nasıl bir akıl tutulması yaşamış bilmiyorum ama bu işsiz,
kaba saba ve daha nişanlılık döneminde bile baskıcı bu adamla evlenmeye karar
vermiş. Anneanneni tanıyacaksın, herkesi sevebilecek kadar güzel yürekli, temiz
kalpli ama bu kadarı onun için bile fazlaymış anlayacağın. İlk çocuklardan 5
yıl sonra… Plansız programsız dünyaya gelişim. Annemin deyişiyle dünyaya kaçak
giriş yapmışım. Elbette hatırlayabildiğim en erken anım bu değil. Hatırladığım
bir göz odada yanan soba ateşi önünde oturan 4 yada 5 yaşlarında kıvırcık saçlı
kara gözlü bir kız çocuğu. Sobada kızaran patateslerin mutfakta annesinin
hazırladığı sessiz yemeklerin tatlı kokusuna karışıyor. Televizyonun önünde
yerde bir eski minderde oturmuş tüm masumiyeti ile sessizce Susam Sokağının
tadını çıkarmaya çalışıyor. Susam Sokağı 80lerin hatta 90ların bile çok önemli
çocuk programlarından. O çocuk hiç ses yapmadan annesinin sobada pişirdiği
patatesten bir ısırık alırken yine sessizlik içinde ve karanlıkta oturmalı
çünkü yaşadıkları ev bir tek odadan ibaret ve babası geceleri görev yapıp
gündüzleri uyuyan ve biraz sinirli bir polis memuru. O kız çocuğu henüz 4
yaşındayken öğrenmek zorunda kalıyor yemek yemenin, bir çizgi filmi izlemenin ve hatta
gözyaşı dökmenin bile sessiz eylemler olabileceğini… Kız çocuğu duvara fırın ve
fırının içinde kurabiye şekli çizilen sahnede birden fırının ve kurabiyelerin
gerçeğe dönüşmesine inanamıyor heyecanlanıp bir an sesli sesli gülmeye
başlıyor. Annesi hemen onu susturmak için kulağına eğilip: Yavrun baban
uyanırsa bize kızar diyor. Sonraki anılarından ve tüm yaşamından edindiği bir
ders varsa babası sadece kızmaz, eline ne geçerse onunla döver, bağırır,
hakaret eder…
Altına işeyen çocuklar ve onların karabasanları
Çocukluğuma dair hatırlayabildiğim en eski ikinci anım diğer bütün anılarım
gibi biliyorum. Sevgi, nefret, dram, gözyaşı… Anne, bahsettiğin Yeşilçam
filmlerine benziyor daha şimdiden dediğini duyar gibiyim. Ne yazık ki kötü
karakterin esiri olduğunu fark edememiş karakterlerin hayatının anlatıldığı bir
Türk filminde yaşadığımızı fark etmeden onca yıl o filmlere üzülüp ağlamış
olmak hayatın ironisi olmalı. Sofinin Dünyası kitabında olduğu gibi benim de
belki kitabın sonunda değil ama ömrün yarısına geldiğimde o kitabın kahramanı
olduğumu kitabı okurken fark etmiş olmam hiçbir şey değilse trajikomik. Ablam
ve abim ilkokula giderken ben onların okula gittiği saate erkenden kalkarak
çocuk kuşağında ne varsa hatim ediyorum. Bir çocuğun asli görevleri nelerse
onları yerine getiriyorum; kahvaltı ediyorum, çizgi filmlerimi izleyip
arkadaşlarımla kapının önünde oynuyorum, sonra büyümek gerek bolca uyuyorum ama
diğer çocuklardan farklı olarak hep aynı karabasanı görüyorum ve her
kalktığımda altıma işemiş oluyorum. Düşün 5 yada 6 yaşlarında bir çocuk hala
altına işiyor ve kimse bu işte bir tuhaflık görmüyor daha doğrusu annem
kafasına yediği dayak darbelerinden olsa gerek sürekli sersem ve ürkek, babam
ise (babam demek bugün bile acıtıyor) babam işte. Zaten o rüyalardaki
karabasandı babam. Çok yıllar sonra bir ruh doktoru tespitiyle hatırlanan koca
kara çirkin bir kabus…
Pınar
En erken çocukluk anılarım her zaman çok çok kötü değil. Bazen kötü ve
komik. Pınar benim hatırlayabildiğim en eski arkadaşım. Bize kıyasla hali vakti
yerinde, sarı iki taraftan örgülü saçları, kocaman göbeği bugün bile gözümün
önüne geliyor. Şeker mi şeker kibar mı kibar bir kızcağız. O yaşımda onun benim
gibi altına işemediğine, geceleri karabasan görmediğine eminim. Zaten ne zaman
evlerine gitsek dilediğimiz gibi gürültü yapıp oynayabiliyoruz, çok güzel
oyuncakları var onun. Onun odası pembe renklerle döşenmiş benim ve tüm ailemin
uyuduğu tek oda ise gündüzleri babam geceleri biz uyuduğumuzdan neredeyse hep
karanlık… O oyuncak bebeklerinden bahsediyor ben ise annemle babamın boşanma
ihtimalinden ve bitmek bilmeyen kavgalardan. Yine böyle oynadığımız bir gün
aklıma piknik fikri geliyor. Piknik yapalım diyorum, herkes evden
getirebildiğini getirsin sonra apartmanın giriş katında örtümüzü serip piknik
yapalım. Dakikalar içinde piknik malzemelerimiz ve örtümüz hazır, onun
getirdiklerinin tamamını hatırlayamamakla birlikte çocuk standartlarımda kuş
sütü hariç her şeyin olduğuna eminim, benim zeytinim ve ekmeğim var önümde bir
tek bir de neden bilmiyorum kırık sandalyeden çıkan bir demir ayak. Büyük bir iştahla onun yemeklerini yemeye
başlıyoruz sonra sıra benim zeytinlere geliyor; filmin koptuğu yerdeyiz; bugün
bile anlamadığım bir sebeple onun zeytinimden bir tane alması ile benim elime kopuk
sandalye demirini alıp kafasına geçirmem bir oluyor. Sonuç: saniyeler içersinde
şişerek daha da kocamanlaşan şirin bir kız çocuğu kafası, korkmuş ve
suçluluğunun farkında eve kaçmaya yeltenen ben, ağlama sesleri ve evin
sessizliği… O kadar korkuyorum ki uykum varmış taklidi yaparak bir köşede
uyuyorum. Annem bu halime anlam veremiyor, ben her an Pınarın babasının
kapımızı çaldığını ve babamın hem uyandırıldığı için hem de bana kızdığı için
beni dövdüğü sahneyi tekrar tekrar kafamda canlandırıyorum. Hava kararmış,
ablam ve abim okuldan dönmüşler, yemek yiyoruz henüz Pınarın babası işten
dönmemiş olsa gerek diyorum. Tam sıralamayı hatırlayamamakla birlikte anneme
itirafım ve gidip arkadaşımdan özür dilememiz var. Babam kızmıyor aksine
anlatırken bu hikâyeyi gülüyor. İdeal çocuk yetiştirme stratejisi (!) Bense,
üzerinden geçen onca yıla rağmen hatırladıkça vicdan azabı çekiyorum. O
insanların gelip çocukları için kavga etmek yerine Pınarın babasının benim
hizama çömelip yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu bana anlattığı sakin huzurlu
sesini hala hatırlıyorum… Çocuk sahibi
olmak bir insanı baba yapmaya yetmezmiş!
Annemin gözünden
O yıllara ait anılarım tahmin edersin ki yavrum, oldukça kısıtlı. Yıllar
sonra annemin anlattıkları ve kardeşlerimin anılarına da yer vermek isterim.
Annem ilk ne zaman dayak yemeye başlamış, ne zaman ilk hakaretini küfürünü
işitmiş bilemem ama tekrar tekrar anlattığı bir anıyı seninle paylaşmayı
isterim. Kavganın sebebini bilmiyorum, zaten Babam sebep bulma konusunda
oldukça yaratıcıydı. O gün neydi bilmiyorum ama
tartışmanın sonucunda annemin kafasına yumruk atıp birkaç dikişlik
açıklığa sebep oluyor. Hoop doğru hastaneye. Hastanede ne dediler bilmiyorum
ama aile içi şiddet olduğu aşikar olmalı ki annem rapor alıyor. Çok kararlı
evden atıyor o adamı. Belki günler tekrar aydınlık olabilir bizim için ama
annem cesur bir kadın değil zaten ona cesaret ve destek veren bir ailesi de
yok. Belki daha önce atladım ama o zamanlar dedemin durumu hiç fena değil
annemlerin oturdukları tek göz zemin kat evin de bulunduğu tüm apartman, alt
kattaki bakkal dükkanı hepsi onun ama ne hikmetse Anneciğim tuvaleti bile
olmayan o tek göz odaya layık görülmüş. Gariban Anacığım kova kova bok
taşıyormuş üst kata Annn eannemlere evde tuvalet olmadığından mütevellit. Garip
bir durum… O kova ve çiş kokusuyla karışık kaka kokusu belli belirsiz burnuma
geliyor ama Dedemi, damadı kızının kaşını patlatırken onlar aile biz
karışmayalım derken canlandıramıyorum kafamda yada her şeyi duyup da sessiz
kalan komşuları, çaresizlik içinde kızının kaderine ağlayan Anneannemi. Bunlar
benim tayallül edemediğim şeyler çünkü bunları düşünürsem çocukluğuma ait
birkaç güzel anının da eriyip gideceğinden korkuyorum…
Abim ve Ablamın gözünden
20 yaşında işsiz, sert mizaçlı, paranoyak bir adamın ilk çocukları olarak
dünyaya gelmiş olmaları onların ne denli şanslı olduğunu kanıtlıyor. Yine de
bahsetmeden geçemeyeceğim, Babamın en korkunç uygulamalarına, stratejik dayak
yöntemlerine, en ağır hakaretlerine, baskı ve hakaretlerine, en zor zamanlara
denk gelmişler. Bu onları hep biraz ürkek, hep biraz güvensiz ve çekingen
kıldı. Ben onlara göre kendimi ve küçük kardeşimi hep daha şanslı görmüşümdür.
Biz nispeten iyi zamanlara doğduk her şeyden öte artık yalnız değildik… Dayak
anında kenetlenebileceğimiz abimiz ve ablamız vardı. Onlar için üzülmem
anlamsız olur yine de… Birlikte yediğimiz onca dayağa selam olsun kardeşlerim.
Sizleri seviyorum. Abimin anısına dönecek olursam, bu şaşkın 8-9 yaşlarında adeta okumayı yazmayı söker
sökmez duygularını günlüğüne aktarır. Günlükte şöyle der:
Babamdan nefret ediyorum, onu hiç
sevmiyorum, keşke ölse..
Aşağı yukarı duygu yoğunluğu bu şekilde olan sayfalar dolusu günlük bir gün
babamın eline geçiyor. Tahmin edersin ki özel hayata saygı konusunda örnek bir
insan değildir kendisi. Sonra ilk defa dayak atmadan abime sakince günlüğünde
neden böyle şeyler yazdığını soruyor ve ondan bir daha böyle şeyler yazmamasını
kibarca rica ediyor (gülüşmeler). Sonuçta korkudan dili tutulan abim Tamam Baba
demekten başka bir şey yapamıyor. Yıllar sonra bu anısını anlattığında şunu
söylemiştir Abim:
Başka bir baba olsa kafasını avuçlarının arasına alıp ben çocuklarıma neler
etmişim Allah’ım derdi ve kendine çeki düzen verirdi demişti. Bu cümlesini
kurmasından belki 10-20 yıl geçmesine rağmen Babam bugün dahi kafasını
avuçlarının içine alıp durup düşünmemiştir. Kendi ifadesiyle
HAYIR, BEN HİÇ HATA YAPMADIM !
insanıdır. Bugün bile…
Kırmızı Takunyalar
Hatırlayabildiğim en erken çocukluk anılarımdan bir diğeri de Kırmızı
Takunyalarımdı. Ahh ne ışıltılı kan kırmızısı, minik bir takunya topuğuyla
güzeller güzeli bir terlik. O zamanlar bu takunyalar oldukça popülerdi ve
annemin alışveriş yaptığı pazara da gelmişti. Uzun yalvarmalarım sonucu bana
kıyamayıp o takunyaları almayı kabul etmişti Anacığım. Bir akrabanın düğün günü. Herkes için büyük
gün: Abim ile ablam babamsız geçirecekleri birkaç saat için müteşekkir, ben
yeni takunyalarımı düğünde fırfırlı elbiselerimle giyme imkânım olduğu için
zevkten dört köşe, annem ise bu geceyi kazasız belasız atlatmanın telaşındaydı.
Düğün Anadolu yakasında yâda benim çocuk aklıma göre çok uzak bir yerlerdeydi.
Otobüs yolculuğu ve düğünde koşuşturmanın bana verdiği yetkiye dayanarak uyuya
kaldım otobüste. Annem hayattaki diğer tüm yükler gibi beni de kucaklamıştı
gocunmadan ve ayağımdan takunyaların kayıp gittiğini göremedi doğal olarak.
Babam, eve ekmek getirdiği için bize şiddetin her türlüsünü yaşatmayı normal
görüp bir takunyayı sorumluluğu görmediğinden otobüsten iner inmez takunyaların
kayıp olduğunu fark edip anneme hakaret etmeye başlamıştı. Her güzel gün gibi
kötü biteceğini biliyordum. 6 yaşında olgun bir kız çocuğuydum. Eğer takunyalar
için ağlarsam bu sadece anneme daha büyük bir yumruk olarak geri dönecekti ben
ise acımı içime gömüp tek bir kelime etmeden babamın o kocaman adamın o kibar
zarif kadını tartaklayıp tokatlamasını sessizce izledim. İstanbul’un orta
yerinde kendisinden çok daha güçsüz bir kadını yumruklayan bir adam. Onu
sessizce izleyen insanlık. İnsanlığımı yitirmemek için gözlerimi kapatıp hayal
ettiğim takunyalarım…
Vapurlar, Büyükada, Algida Max Bedava Çubukları…
Sanırım artık okula başlamıştım ama bu anım okuldan ziyade yaz tatilleri
ile ilgili. Babamın aklından ne geçiyordu bilmiyorum arada ailecek Büyükada
vapurlarına biner gezmeye giderdik. O gezilerimizde Büyükadayı dolaşırken
dondurmacıya gidip Algidanın en ucuz dondurması olan Max dondurmasından alırdı
her birimize. Bu gezilerimizden birinde Anneme tam 4 defa bedava dondurma
çıkmıştı tabi ki biz yemiştik bedava dondurmaları da. O gün annemin çok şanslı bir insan olduğunu düşünmüştüm ama bu
düşüncem ertesi güne kadar sürmemişti. O gezilerimizde babam nasıl davranırdı,
gün nasıl geçerdi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey İstanbulun daha güzel, daha
temiz ve yeşil olduğuydu. Ben çok zayıf bir çocuktum yıllarca 30-35 kilo
sıskalığındaydım ve bacaklarım o kadar inceydi ki çırpı gibi dediklerinden bir
o gün vapur çıkışında Eminönü’nde yerdeki mazgallardan birinin içine girmişti
bacağım. Mazgal aralıkları mı çok büyüktü dünya mı? Bir şekilde olan olmuştu ve
bu durum geride kalmama sebep olmuştu. Tabi ki benim nazik ve kibar babam ne
yaptı dersin (!) Gelip ayağımın mazgala sıkışmış olmasına aldırmadan beni çekip
oradan çıkardı. Kahraman babam (!) Ayağımın üstü ve bacağımın bir kısmı
sıyrılmış ve kanıyordu ve o bana ne kadar aptal olduğumu söylüyordu. Dünya daha da büyüyordu gözümde ve ben
küçülüp kaybolmak belki de hiç var olmamış olmak istiyordum. En azından bu
aileye doğmamış olmak ve bu babaya Baba demek zorunda kalmamış olmak… O an
anladım ki anneminkine iyi şans değil kara baht, kör talih denebilirmiş…
Urfa, Çiğköfte Acısı Hayat, Kardeşim
Ablam derslerinde çok başarılıydı her şeye rağmen ve Bizimkiler babamın
şark görevi döneminde zor bir karar alarak onu İstanbul’da dedemlerin yanına
bırakmışlardı. Abimin onun kadar parlak olduğu söylenemez o yüzden o bizimle
Urfaya gelmek lütfüna erişmişti. Şark görevi 2 yıldı ve bizim doğu hakkında
bilgimiz o zamana kadar oldukça sınırlıydı. PKK terörünün en kara dönemleriydi
ve bizler orda bizi neyin beklediği hakkında hiçbir fikir sahibi değildik ama
pek yakında öğrenecektik. Babamın bu denli şiddet yanlısı bir adam olması beni
her zaman dışarıya odaklanmaya, arkadaş edinmeye ve biraz da zorbalaşmaya
itmişti. 8 yaşındaydım ve onunla başa
çıkmaya çalışırken onun yöntemlerini kavramaya da başlıyordum. Urfada lojmanlarda
yasıyoruz. Yan komşumuz Konyalı Saliha teyze, bal gibi şeker gibi bir kadın.
Eşinin sadece ülkücü bıyıklarını hatırlayabiliyorum ne yazık ki bir de eşine
nasıl sevgi ve şefkatle baktığını. Böyle bir bakışı babanla tanışana kadar bir
daha görmedim Oğlum. Allah sevgimizi ve muhabbetimizi daim etsin. Babamın şu
ana kadar bahsetmediğim diğer bir özelliğini anlatacağım şimdi de. Kendisi
üzerine afiyet etkili miktarda paranoyaktır. Çocukken de kavgaların temelinde
olmadığı halde kafasında kurduğu olaylar yatarmış , şu anda da böyle ama onun
manyaklığı ve paranoyasını benim ilk defa ciddi bir şekilde fark etmem 8-9
yaşlarımda gerçekleşmiştir. Hayatın bize yaptığı süprizler hiç bitmeyecek
gibiydi. O yıllar babama hem iğrenç bir alkol alışkanlığını hem de annemin onu
aldattığı paranoyasını beraberinde getirir. Her gece içer sonra bizi annemi üst
üste katıp döverdi, aldattığını düşündüyse neden terk etmiyordu yada çekip
vurmuyordu hala bilmiyorum. Durumu düşün hergün olmayan bir şeyin savunmasını
yapmak zorunda kalan bir kadın, onu korumak için küçücük vücutlarını siper eden
çocuklar çokca şiddet, dayak, küfür ve hakaret. Ideal bir çocukluk sayılmamakla
birlikte, kendime bir savunma mekanizması geliştirmiştim. Güneydoğunun halkı
son derece sıcak ve içtendi, arkadaşlarım büyük şehirden taa İstanbullardan
geldiğimizden sebep bana özel ilgi alaka gösterirlerdi. Çocukların arkadaş
edinme konusunda hiç problemi olmuyor sanırım. Belki 10-15 arkadaşım vardı ve
ben sürekli dışarıdaydım. Zaten 40 derece yaz sıcağında gündüz herkesin
damlarda uyuduğu bir ilçe düşün. Akşam 5 gibi uyuşuk bir şekilde kalkıp güne
hazırlanan gecelere kadar uyumayan insanların yaşadığı bir küçük kasaba. En
verimlisinden kırmızı topraklar, sıcağın buharı ve Fırat nehrinin coşkusu çocuk
enerjimizle karışıyordu. Sabahtan akşama kadar bıkmadan yorulmadan bahçelerde
bağlarda geziyorduk. Bahçelere dalıp meyve çalıyorduk. Herşeye rağmen gerçek
anlamda çocuk olduğumu hissettiğim en güzel iki yıldı diyebilirim. O dönemde
daha önce de bahsettiğim gibi onun metodlarını da çözmeye başlamıştım. Örneğin
beni dövmeye çalıştığında hemen zaten zemine yakın olan balkondan dışarı atlar
ona taş atıp küfürler savururdum. O sakinleşene kadar eve gelmezdim. Mecbur
kalmadığım sürece evde vakit geçirmezdim. Güzel günlerdi… Sığınacak bir doğanın
olduğu cennet misali bir şehir. Arkadaşlarla gidilen yaz kuran kursları, bağlar
bahçelerden çalınan meyveler…