12 Eylül 2018 Çarşamba

BABA (!)


Bu yazıyı kaleme almak için uzun uzun düşündüm.  33 yıl kadar… Bazen çok daha gam, keder, dram, acı, ızdırap dolu HAYATLARIN olduğuna, muhtemelen (çok şükür!) bizim durumumuzun bir Yaprak Dökümü hikayesi kadar vahim yâda bir Yeşilçam filmi kadar acıklı olmadığına inandığım, bazen geçmişe sünger çekebildiğimize inandığım için bazen de şu anki durumuma şükretmem gerektiğine inandığım için.  Bugün 33 yaşında artık kendi çocuğumu karnımda taşırken yaşadığım şeyler aklıma iki şeyi getirdi: Benim ve kardeşlerimin hayatının Yeşilçam filmlerinde yâda gündüz kuşağı kadın programlarında gösterilen hayatlardan hiçbir farkı yoktu; Eğer birine anlatmazsam çaresizlik duygusu içinde eriyip gidecek gibiydim.
Bugün 33 yaşında kalbimde tüm heyecanınla seni beklemekteyim oğlum. Anne olmaya hazır mıyım bilmiyorum ama bildiğim şey daha şimdiden seni çok sevdiğim ve seni kaybetme korkusunun tüm korkuların üstünde olduğu…   Bir filmde duymuştum: Her anne baba çocuklarının hayatını o veya bu şekilde mahveder. Mesele ne ölçüde mahvettiklerinde diye! 
Senin hayatında böyle kötü bir etki yapabileceğim düşüncesi bile korkunç ama şu hayatta öğrendiğim bir şey varsa korkularımızla yüzleşmemiz gerektiği! O sebeple sana bu korkuların kaynağını anlatacağım uzun uzadıya… Böylece benim ayakkabılarımı giyerek belki çocukluğumda gençliğimde ve hatta yetişkinliğimde yürüdüğüm o yolları yürüyebileceksin. Kimi zaman isyan edeceksin kimi zaman inanmak istemeyeceksin kimi zaman ne kadar şanslı olduğuna şükredeceksin ve her şeyden önemlisi beni anlamaya başlayacaksın.

Bölüm I
En eski anılar
Çocukluğuma dair hatırlayabildiğim en eski anılarla başlamadan önce biraz geriye gitmem gerekiyor. Anneannen ve Deden çok genç yaşta evlenmişler. Annem 18 ve Babam 19 imiş. Her şey için çok toy bir yaş hele de evlenip çocuk sahibi olmak için. Eğer evlenip çocuk sahibi olmak için belli şartlar aranıyor ve kriterleri olmuş olsaydı onlar kesinlikle elenirlerdi. Annem teyzen ve dayını kucağına aldığında 19 yaşında ve babam ise 20. Annem nasıl bir basiret bağlanması yaşamış nasıl bir akıl tutulması yaşamış bilmiyorum ama bu işsiz, kaba saba ve daha nişanlılık döneminde bile baskıcı bu adamla evlenmeye karar vermiş. Anneanneni tanıyacaksın, herkesi sevebilecek kadar güzel yürekli, temiz kalpli ama bu kadarı onun için bile fazlaymış anlayacağın. İlk çocuklardan 5 yıl sonra… Plansız programsız dünyaya gelişim. Annemin deyişiyle dünyaya kaçak giriş yapmışım. Elbette hatırlayabildiğim en erken anım bu değil. Hatırladığım bir göz odada yanan soba ateşi önünde oturan 4 yada 5 yaşlarında kıvırcık saçlı kara gözlü bir kız çocuğu. Sobada kızaran patateslerin mutfakta annesinin hazırladığı sessiz yemeklerin tatlı kokusuna karışıyor. Televizyonun önünde yerde bir eski minderde oturmuş tüm masumiyeti ile sessizce Susam Sokağının tadını çıkarmaya çalışıyor. Susam Sokağı 80lerin hatta 90ların bile çok önemli çocuk programlarından. O çocuk hiç ses yapmadan annesinin sobada pişirdiği patatesten bir ısırık alırken yine sessizlik içinde ve karanlıkta oturmalı çünkü yaşadıkları ev bir tek odadan ibaret ve babası geceleri görev yapıp gündüzleri uyuyan ve biraz sinirli bir polis memuru. O kız çocuğu henüz 4 yaşındayken öğrenmek zorunda kalıyor yemek yemenin, bir çizgi filmi izlemenin ve hatta gözyaşı dökmenin bile sessiz eylemler olabileceğini… Kız çocuğu duvara fırın ve fırının içinde kurabiye şekli çizilen sahnede birden fırının ve kurabiyelerin gerçeğe dönüşmesine inanamıyor heyecanlanıp bir an sesli sesli gülmeye başlıyor. Annesi hemen onu susturmak için kulağına eğilip: Yavrun baban uyanırsa bize kızar diyor. Sonraki anılarından ve tüm yaşamından edindiği bir ders varsa babası sadece kızmaz, eline ne geçerse onunla döver, bağırır, hakaret eder…



Altına işeyen çocuklar ve onların karabasanları

Çocukluğuma dair hatırlayabildiğim en eski ikinci anım diğer bütün anılarım gibi biliyorum. Sevgi, nefret, dram, gözyaşı… Anne, bahsettiğin Yeşilçam filmlerine benziyor daha şimdiden dediğini duyar gibiyim. Ne yazık ki kötü karakterin esiri olduğunu fark edememiş karakterlerin hayatının anlatıldığı bir Türk filminde yaşadığımızı fark etmeden onca yıl o filmlere üzülüp ağlamış olmak hayatın ironisi olmalı. Sofinin Dünyası kitabında olduğu gibi benim de belki kitabın sonunda değil ama ömrün yarısına geldiğimde o kitabın kahramanı olduğumu kitabı okurken fark etmiş olmam hiçbir şey değilse trajikomik. Ablam ve abim ilkokula giderken ben onların okula gittiği saate erkenden kalkarak çocuk kuşağında ne varsa hatim ediyorum. Bir çocuğun asli görevleri nelerse onları yerine getiriyorum; kahvaltı ediyorum, çizgi filmlerimi izleyip arkadaşlarımla kapının önünde oynuyorum, sonra büyümek gerek bolca uyuyorum ama diğer çocuklardan farklı olarak hep aynı karabasanı görüyorum ve her kalktığımda altıma işemiş oluyorum. Düşün 5 yada 6 yaşlarında bir çocuk hala altına işiyor ve kimse bu işte bir tuhaflık görmüyor daha doğrusu annem kafasına yediği dayak darbelerinden olsa gerek sürekli sersem ve ürkek, babam ise (babam demek bugün bile acıtıyor) babam işte. Zaten o rüyalardaki karabasandı babam. Çok yıllar sonra bir ruh doktoru tespitiyle hatırlanan koca kara çirkin bir kabus…


Pınar

En erken çocukluk anılarım her zaman çok çok kötü değil. Bazen kötü ve komik. Pınar benim hatırlayabildiğim en eski arkadaşım. Bize kıyasla hali vakti yerinde, sarı iki taraftan örgülü saçları, kocaman göbeği bugün bile gözümün önüne geliyor. Şeker mi şeker kibar mı kibar bir kızcağız. O yaşımda onun benim gibi altına işemediğine, geceleri karabasan görmediğine eminim. Zaten ne zaman evlerine gitsek dilediğimiz gibi gürültü yapıp oynayabiliyoruz, çok güzel oyuncakları var onun. Onun odası pembe renklerle döşenmiş benim ve tüm ailemin uyuduğu tek oda ise gündüzleri babam geceleri biz uyuduğumuzdan neredeyse hep karanlık… O oyuncak bebeklerinden bahsediyor ben ise annemle babamın boşanma ihtimalinden ve bitmek bilmeyen kavgalardan. Yine böyle oynadığımız bir gün aklıma piknik fikri geliyor. Piknik yapalım diyorum, herkes evden getirebildiğini getirsin sonra apartmanın giriş katında örtümüzü serip piknik yapalım. Dakikalar içinde piknik malzemelerimiz ve örtümüz hazır, onun getirdiklerinin tamamını hatırlayamamakla birlikte çocuk standartlarımda kuş sütü hariç her şeyin olduğuna eminim, benim zeytinim ve ekmeğim var önümde bir tek bir de neden bilmiyorum kırık sandalyeden çıkan bir demir ayak.  Büyük bir iştahla onun yemeklerini yemeye başlıyoruz sonra sıra benim zeytinlere geliyor; filmin koptuğu yerdeyiz; bugün bile anlamadığım bir sebeple onun zeytinimden bir tane alması ile benim elime kopuk sandalye demirini alıp kafasına geçirmem bir oluyor. Sonuç: saniyeler içersinde şişerek daha da kocamanlaşan şirin bir kız çocuğu kafası, korkmuş ve suçluluğunun farkında eve kaçmaya yeltenen ben, ağlama sesleri ve evin sessizliği… O kadar korkuyorum ki uykum varmış taklidi yaparak bir köşede uyuyorum. Annem bu halime anlam veremiyor, ben her an Pınarın babasının kapımızı çaldığını ve babamın hem uyandırıldığı için hem de bana kızdığı için beni dövdüğü sahneyi tekrar tekrar kafamda canlandırıyorum. Hava kararmış, ablam ve abim okuldan dönmüşler, yemek yiyoruz henüz Pınarın babası işten dönmemiş olsa gerek diyorum. Tam sıralamayı hatırlayamamakla birlikte anneme itirafım ve gidip arkadaşımdan özür dilememiz var. Babam kızmıyor aksine anlatırken bu hikâyeyi gülüyor. İdeal çocuk yetiştirme stratejisi (!) Bense, üzerinden geçen onca yıla rağmen hatırladıkça vicdan azabı çekiyorum. O insanların gelip çocukları için kavga etmek yerine Pınarın babasının benim hizama çömelip yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu bana anlattığı sakin huzurlu sesini hala hatırlıyorum…  Çocuk sahibi olmak bir insanı baba yapmaya yetmezmiş!


 Annemin gözünden

O yıllara ait anılarım tahmin edersin ki yavrum, oldukça kısıtlı. Yıllar sonra annemin anlattıkları ve kardeşlerimin anılarına da yer vermek isterim. Annem ilk ne zaman dayak yemeye başlamış, ne zaman ilk hakaretini küfürünü işitmiş bilemem ama tekrar tekrar anlattığı bir anıyı seninle paylaşmayı isterim. Kavganın sebebini bilmiyorum, zaten Babam sebep bulma konusunda oldukça yaratıcıydı. O gün neydi bilmiyorum ama  tartışmanın sonucunda annemin kafasına yumruk atıp birkaç dikişlik açıklığa sebep oluyor. Hoop doğru hastaneye. Hastanede ne dediler bilmiyorum ama aile içi şiddet olduğu aşikar olmalı ki annem rapor alıyor. Çok kararlı evden atıyor o adamı. Belki günler tekrar aydınlık olabilir bizim için ama annem cesur bir kadın değil zaten ona cesaret ve destek veren bir ailesi de yok. Belki daha önce atladım ama o zamanlar dedemin durumu hiç fena değil annemlerin oturdukları tek göz zemin kat evin de bulunduğu tüm apartman, alt kattaki bakkal dükkanı hepsi onun ama ne hikmetse Anneciğim tuvaleti bile olmayan o tek göz odaya layık görülmüş. Gariban Anacığım kova kova bok taşıyormuş üst kata Annn eannemlere evde tuvalet olmadığından mütevellit. Garip bir durum… O kova ve çiş kokusuyla karışık kaka kokusu belli belirsiz burnuma geliyor ama Dedemi, damadı kızının kaşını patlatırken onlar aile biz karışmayalım derken canlandıramıyorum kafamda yada her şeyi duyup da sessiz kalan komşuları, çaresizlik içinde kızının kaderine ağlayan Anneannemi. Bunlar benim tayallül edemediğim şeyler çünkü bunları düşünürsem çocukluğuma ait birkaç güzel anının da eriyip gideceğinden korkuyorum…

Abim ve Ablamın gözünden

20 yaşında işsiz, sert mizaçlı, paranoyak bir adamın ilk çocukları olarak dünyaya gelmiş olmaları onların ne denli şanslı olduğunu kanıtlıyor. Yine de bahsetmeden geçemeyeceğim, Babamın en korkunç uygulamalarına, stratejik dayak yöntemlerine, en ağır hakaretlerine, baskı ve hakaretlerine, en zor zamanlara denk gelmişler. Bu onları hep biraz ürkek, hep biraz güvensiz ve çekingen kıldı. Ben onlara göre kendimi ve küçük kardeşimi hep daha şanslı görmüşümdür. Biz nispeten iyi zamanlara doğduk her şeyden öte artık yalnız değildik… Dayak anında kenetlenebileceğimiz abimiz ve ablamız vardı. Onlar için üzülmem anlamsız olur yine de… Birlikte yediğimiz onca dayağa selam olsun kardeşlerim. Sizleri seviyorum. Abimin anısına dönecek olursam, bu şaşkın  8-9 yaşlarında adeta okumayı yazmayı söker sökmez duygularını günlüğüne aktarır. Günlükte şöyle der:

 Babamdan nefret ediyorum, onu hiç sevmiyorum, keşke ölse..

Aşağı yukarı duygu yoğunluğu bu şekilde olan sayfalar dolusu günlük bir gün babamın eline geçiyor. Tahmin edersin ki özel hayata saygı konusunda örnek bir insan değildir kendisi. Sonra ilk defa dayak atmadan abime sakince günlüğünde neden böyle şeyler yazdığını soruyor ve ondan bir daha böyle şeyler yazmamasını kibarca rica ediyor (gülüşmeler). Sonuçta korkudan dili tutulan abim Tamam Baba demekten başka bir şey yapamıyor. Yıllar sonra bu anısını anlattığında şunu söylemiştir Abim:
Başka bir baba olsa kafasını avuçlarının arasına alıp ben çocuklarıma neler etmişim Allah’ım derdi ve kendine çeki düzen verirdi demişti. Bu cümlesini kurmasından belki 10-20 yıl geçmesine rağmen Babam bugün dahi kafasını avuçlarının içine alıp durup düşünmemiştir. Kendi ifadesiyle
HAYIR, BEN HİÇ HATA YAPMADIM !  insanıdır. Bugün bile…


Kırmızı Takunyalar
Hatırlayabildiğim en erken çocukluk anılarımdan bir diğeri de Kırmızı Takunyalarımdı. Ahh ne ışıltılı kan kırmızısı, minik bir takunya topuğuyla güzeller güzeli bir terlik. O zamanlar bu takunyalar oldukça popülerdi ve annemin alışveriş yaptığı pazara da gelmişti. Uzun yalvarmalarım sonucu bana kıyamayıp o takunyaları almayı kabul etmişti Anacığım.  Bir akrabanın düğün günü. Herkes için büyük gün: Abim ile ablam babamsız geçirecekleri birkaç saat için müteşekkir, ben yeni takunyalarımı düğünde fırfırlı elbiselerimle giyme imkânım olduğu için zevkten dört köşe, annem ise bu geceyi kazasız belasız atlatmanın telaşındaydı. Düğün Anadolu yakasında yâda benim çocuk aklıma göre çok uzak bir yerlerdeydi. Otobüs yolculuğu ve düğünde koşuşturmanın bana verdiği yetkiye dayanarak uyuya kaldım otobüste. Annem hayattaki diğer tüm yükler gibi beni de kucaklamıştı gocunmadan ve ayağımdan takunyaların kayıp gittiğini göremedi doğal olarak. Babam, eve ekmek getirdiği için bize şiddetin her türlüsünü yaşatmayı normal görüp bir takunyayı sorumluluğu görmediğinden otobüsten iner inmez takunyaların kayıp olduğunu fark edip anneme hakaret etmeye başlamıştı. Her güzel gün gibi kötü biteceğini biliyordum. 6 yaşında olgun bir kız çocuğuydum. Eğer takunyalar için ağlarsam bu sadece anneme daha büyük bir yumruk olarak geri dönecekti ben ise acımı içime gömüp tek bir kelime etmeden babamın o kocaman adamın o kibar zarif kadını tartaklayıp tokatlamasını sessizce izledim. İstanbul’un orta yerinde kendisinden çok daha güçsüz bir kadını yumruklayan bir adam. Onu sessizce izleyen insanlık. İnsanlığımı yitirmemek için gözlerimi kapatıp hayal ettiğim takunyalarım…


Vapurlar, Büyükada, Algida Max Bedava Çubukları…

Sanırım artık okula başlamıştım ama bu anım okuldan ziyade yaz tatilleri ile ilgili. Babamın aklından ne geçiyordu bilmiyorum arada ailecek Büyükada vapurlarına biner gezmeye giderdik. O gezilerimizde Büyükadayı dolaşırken dondurmacıya gidip Algidanın en ucuz dondurması olan Max dondurmasından alırdı her birimize. Bu gezilerimizden birinde Anneme tam 4 defa bedava dondurma çıkmıştı tabi ki biz yemiştik bedava dondurmaları da. O gün annemin çok şanslı  bir insan olduğunu düşünmüştüm ama bu düşüncem ertesi güne kadar sürmemişti. O gezilerimizde babam nasıl davranırdı, gün nasıl geçerdi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey İstanbulun daha güzel, daha temiz ve yeşil olduğuydu. Ben çok zayıf bir çocuktum yıllarca 30-35 kilo sıskalığındaydım ve bacaklarım o kadar inceydi ki çırpı gibi dediklerinden bir o gün vapur çıkışında Eminönü’nde yerdeki mazgallardan birinin içine girmişti bacağım. Mazgal aralıkları mı çok büyüktü dünya mı? Bir şekilde olan olmuştu ve bu durum geride kalmama sebep olmuştu. Tabi ki benim nazik ve kibar babam ne yaptı dersin (!) Gelip ayağımın mazgala sıkışmış olmasına aldırmadan beni çekip oradan çıkardı. Kahraman babam (!) Ayağımın üstü ve bacağımın bir kısmı sıyrılmış ve kanıyordu ve o bana ne kadar aptal olduğumu söylüyordu.  Dünya daha da büyüyordu gözümde ve ben küçülüp kaybolmak belki de hiç var olmamış olmak istiyordum. En azından bu aileye doğmamış olmak ve bu babaya Baba demek zorunda kalmamış olmak… O an anladım ki anneminkine iyi şans değil kara baht, kör talih denebilirmiş…


Urfa, Çiğköfte Acısı Hayat, Kardeşim

Ablam derslerinde çok başarılıydı her şeye rağmen ve Bizimkiler babamın şark görevi döneminde zor bir karar alarak onu İstanbul’da dedemlerin yanına bırakmışlardı. Abimin onun kadar parlak olduğu söylenemez o yüzden o bizimle Urfaya gelmek lütfüna erişmişti. Şark görevi 2 yıldı ve bizim doğu hakkında bilgimiz o zamana kadar oldukça sınırlıydı. PKK terörünün en kara dönemleriydi ve bizler orda bizi neyin beklediği hakkında hiçbir fikir sahibi değildik ama pek yakında öğrenecektik. Babamın bu denli şiddet yanlısı bir adam olması beni her zaman dışarıya odaklanmaya, arkadaş edinmeye ve biraz da zorbalaşmaya itmişti.  8 yaşındaydım ve onunla başa çıkmaya çalışırken onun yöntemlerini kavramaya da başlıyordum. Urfada lojmanlarda yasıyoruz. Yan komşumuz Konyalı Saliha teyze, bal gibi şeker gibi bir kadın. Eşinin sadece ülkücü bıyıklarını hatırlayabiliyorum ne yazık ki bir de eşine nasıl sevgi ve şefkatle baktığını. Böyle bir bakışı babanla tanışana kadar bir daha görmedim Oğlum. Allah sevgimizi ve muhabbetimizi daim etsin. Babamın şu ana kadar bahsetmediğim diğer bir özelliğini anlatacağım şimdi de. Kendisi üzerine afiyet etkili miktarda paranoyaktır. Çocukken de kavgaların temelinde olmadığı halde kafasında kurduğu olaylar yatarmış , şu anda da böyle ama onun manyaklığı ve paranoyasını benim ilk defa ciddi bir şekilde fark etmem 8-9 yaşlarımda gerçekleşmiştir. Hayatın bize yaptığı süprizler hiç bitmeyecek gibiydi. O yıllar babama hem iğrenç bir alkol alışkanlığını hem de annemin onu aldattığı paranoyasını beraberinde getirir. Her gece içer sonra bizi annemi üst üste katıp döverdi, aldattığını düşündüyse neden terk etmiyordu yada çekip vurmuyordu hala bilmiyorum. Durumu düşün hergün olmayan bir şeyin savunmasını yapmak zorunda kalan bir kadın, onu korumak için küçücük vücutlarını siper eden çocuklar çokca şiddet, dayak, küfür ve hakaret. Ideal bir çocukluk sayılmamakla birlikte, kendime bir savunma mekanizması geliştirmiştim. Güneydoğunun halkı son derece sıcak ve içtendi, arkadaşlarım büyük şehirden taa İstanbullardan geldiğimizden sebep bana özel ilgi alaka gösterirlerdi. Çocukların arkadaş edinme konusunda hiç problemi olmuyor sanırım. Belki 10-15 arkadaşım vardı ve ben sürekli dışarıdaydım. Zaten 40 derece yaz sıcağında gündüz herkesin damlarda uyuduğu bir ilçe düşün. Akşam 5 gibi uyuşuk bir şekilde kalkıp güne hazırlanan gecelere kadar uyumayan insanların yaşadığı bir küçük kasaba. En verimlisinden kırmızı topraklar, sıcağın buharı ve Fırat nehrinin coşkusu çocuk enerjimizle karışıyordu. Sabahtan akşama kadar bıkmadan yorulmadan bahçelerde bağlarda geziyorduk. Bahçelere dalıp meyve çalıyorduk. Herşeye rağmen gerçek anlamda çocuk olduğumu hissettiğim en güzel iki yıldı diyebilirim. O dönemde daha önce de bahsettiğim gibi onun metodlarını da çözmeye başlamıştım. Örneğin beni dövmeye çalıştığında hemen zaten zemine yakın olan balkondan dışarı atlar ona taş atıp küfürler savururdum. O sakinleşene kadar eve gelmezdim. Mecbur kalmadığım sürece evde vakit geçirmezdim. Güzel günlerdi… Sığınacak bir doğanın olduğu cennet misali bir şehir. Arkadaşlarla gidilen yaz kuran kursları, bağlar bahçelerden çalınan meyveler…






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder